( Ve insan için birgün
herşey tersine döndü…)
Sabah oldu, kalktım ve çok tuhaf bir dünyaya uyandım.
Kalabalığınız arasında dehşet içinde yalnızdım. Birçoğunuz
mutlu, hevesli, “normal” ve “engelsizdiniz”.
Ben, sanki yalnız ve terk edilmiş bir kıştım. Sizse paylaşmanın,
muhabbetin, konuşmanın, anlaşmanın ikliminde sanki yazdınız. Neden birbirinize el ve kollarınızla
işaretler yaptınız? Sanki üç dakika içindeki asırlarda benden tonlarca şey
sakladınız. Parmaklarınız, elleriniz ve işaretlerinizle birbirinize ne kadar da
çok şey anlattınız. O kadar çok istiyordum ki… Dinlemek, konuşmak, anlatmak,
paylaşmak. Sizse parmaklarınızla
kelimelerim arasına uçurumlar saçtınız. Sesler çıkardım. Kelimeler, cümleler,
binlerce nağme. Fakat nafile… Hiçbirini
anlamadınız. Engelliydi, parmaklarım. Ve
derin bir hüzün ve imrenişler silsilesi vurdu beni. Ne güzeldi, konuşan parmaklarınız. Benimse ne kadar da yetimdi anlamını bilemediğiniz
seslerim ve kelimelerim.
Ne oluyordu, nasıl bir tuhaflık ülkesinde adımı “tuhaf” diye taktınız? Bir gazete aldım. Olan bitene
telaş ile göz attım. Koca koca sayfalarda pütürlü pütürlü noktalarınız, sembolleriniz ve kabartmalarınız. Bilmek,
okumak, öğrenmek, haberdar olmak istedim. Sanki hep benden bir şeyler sakladınız.
Dehşetle ve çaresizce görmek istedim. Kitaplar
aldım, defterlere göz attım, interneti taradım. Karşıydı, yabancıydı ve
saklıydı bana bütün kabartmalarınız. Okumanın, bilmenin, görmenin güvenli
koridorlarında ne güzel de dolandınız. Bense pütürlerinizden , kabartılı
yazılarınızdan hiçbirşey anlamadım. Kabartmalarınıza
kör kaldım. Dokundum, hissettim.
Göremedim kelimelerinizi. Nedendi her
bilgiyi benden saklamanızın nedenleri ?
Dehşet içinde sokaklara kaçtım. Öyle ya halimden anlayan
birinizi bulacaktım. Sesimi
duyuracaktım. Belki bir bilene varacaktım. Fakat yok mu o yokuş sokaklarınız… Düzlüklerle bezenmiş yollarınız.. Her yer iniş, çıkış, yokuş. Merdivenler
dik ve düz. Çekirdek çitlediğim
çocukluğumun kaldırımları, nereye neden
benden düzleşerek kaçtınız? Ve siz kaldırımların yeni çocukları, tekerlekli
arabalarınızla neden bana çarptınız? Çok hızlı ve çok kalabalıksınız. Ayaklarım,
bacaklarım, kaslarım.. Yeterli değil koşmalarım. Tekerleklerinizle birtürlü aşık atamadım. Adil değil bana çalım
atışlarınız.
Bana yeni isimler mi taktınız? Neden öyle tuhafmışım gibi
baktınız? Neden adımı aranızda özürlü çıkardınız? Doğru mu duydum. Birbirinize
hakaret ederken körlüğüme, engellerime, engellenişlerime vurgular mı yaptınız?
Neden görmediniz, duymadınız, anlamadınız? Hiç adil değil bu yakarışlarınız.
Beni çepeçevre engellerle karşıladınız. Ben, duymazken,
görmezken, yetişemezken… Görmediniz, duymadınız, anlamadınız… Siz engelsiz
insanlar, ne kadardır bu engellerle kuşatıldınız?
Sağduyu engelinden ne
zamandır muzdaripsiniz?
Pardon, biriniz bana özürlü mü demiştiniz ?
Özür derken… Neyi
kastetmiştiniz…
Yoksa özür mü dilemek istemiştiniz… ?
** Hepimiz, potansiyel olarak engelliyiz. Yaşadığımız dünya
içinde bulunduğumuz düzen, homojen belli bir grubun özelliklerine göre değil
“azınlık”, “öteki”, “engelli” diye isim
takıverdiğimiz grupları da içeren heterojen bir yapının ihtiyaçlarını
karşılayacak ve eşit imkanlar tanıyacak şekilde olmalıdır. Faydalandığımız
nimetler, basın, yayın, medya, eğitim ve öğrenim olanakları… Sanat, doğa ve
spor aktiviteleri… İnsan olarak bunların
adaletli ve eşit olanaklarda yararlanılması adına en azından empati ve sağduyu
oluşturmaktan sorumluyuz. Biyolojik
olarak engelli olmanın özre ihtiyacı yok ancak sağduyu engelli olmak
düşündürücü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder