11 Ocak 2016 Pazartesi

Mektuplar en çok ölülere gönderilir.. ve ulaşınca ölürler.

Seni düşünebilecek kadar unuttum.  Düz bir çizgi halinde ki gülüşün, orta parmağınla gözlüğünü itişin, memnun olmadığındaki göz devirişin, güzel bulduğunda gözünü üzerime dikişin, avuç içini yere doğru eğişin, ilanı aşk edişin, Göksu yollarında elimi tutuşun.. devam etmeyeyim..  Bütün bunları hatırlayabilecek kadar unuttum.

Açıldı hafızamın kapıları. Dağılmıyorum özleyince seni. Dağılmıyorum kapıların ardından hücum  eden anılar zihnimi istila ettiğinde. Filli bileziği takacak kadar unuttum seni. Hatta gövdesi olmayan şu düşünen tahta adam hediyeni görünür bir yere bile koydum. Üst gövdesi delik o tahta adam.. Anımsadın mı bilmiyorum? Çatı katından çıkarıp verdiğin o tahta adam.. Tam kalp kısmı eksik.. Yoksa onu bende kasıtlı mı bıraktın ? Göğsü boş, her yeri sert ve kupkuru  bir tahtadan.. Elimi boşluğunun içine soktum. Ne yapsan dokunamıyorsun tahta adama. Ne uzatsan içinden geçip dışına çıkıyor, ulaşamıyorsun adama.. Önünde duruyor, kavuşamıyorsun adama. Kalbine uzanıyorsun, bulamıyorsun. Sesini bir türlü duyuramıyorsun adama. Yumuşatamıyorsun.


Neyse, tam çiçekli elbisemi makaslayacaktım ki kendimi durdurdum. 30 yaşımın “sen hediyesi” bildin mi ? Sağ olsun 30 yaşım.. Küfredeceğim de sağ olsun diyorum..  30 yaşımın sen hediyesinden gelen çiçekli elbise.. 30 yaşımda öleceğim derdim hep. Ne kadar da ayıp etmişim, haksızlık etmişim 30 yaşıma deyip mahçup olmuştum sonra. Bak bahtım döndü, gönlümde çiçekler açtı elbisemle birlikte, 30 yaşım  utandırdı beni, heyt be..  diyerek giydiğim o çiçekli elbiseye yüklenmiş şapşal anlamlara kıkırdayacak kadar unuttum.

Sonra resimlerimizi açtım.. Kovaladığın köpeği özlemişim.. resimlerde beslediğin ördekler aç.. Topladığın böğürtlenlerden yiyorum ama zehirleniyorum..  Sonra resimlerdeki mezarlık pozlarımıza bakıyorum. Sahi neden ölülerle resimler çektirmişiz ? Mezarların önemi büyükmüş bizde. Mesela bir gece yatıp uzandığın mezarı düşünüp ağlıyorum, ne kadar acı çekmişsindir diye..  Sonra kendi uzandığım mezara bakıyorum.. Ne kadar acı çekmişim diye.. İlk öpüştüğümüz mezarlığı anımsadım. Rahatsız ettiğimiz ölüleri bir de.  Ondan oldu bu lanetli son. O ölüler bırakmadı peşimizi. Ve ben o ölülere imrenecek kadar unuttum seni.

8 haziranda o mezarlığı ziyaret edeceğim.  Özür borcumuz var, ayıp ettik. Tek tek ölülere öpücükler vereceğim. Belki canları istedi, belki yaşamları boyunca dudakları bir kez olsun öyle gülümsemedi. Ölü adama yapılır mıydı bu ? Bu kadar güzel nefes alınır mıydı ölülerin yanında?  Tek tek iade edeceğim onlara imrenişlerini. “Ben de öldüm, hakkınızı helal edin” diyeceğim. Aralarında yatacağım sözüm olsun. Gönül alacağım. Senin yerine de uzanacağım. Senin yerine de uzanıyorum uzun zamandır. Senin yerine de uzandım. Hatırladın mı? Ben de bir gece ötelere doğru uzandım. Gittim, geri geldim. Sen, cenazemi ziyarete gelmedin. Mezarlığımdan geçerken öpüştün sevgilinle. Huyun mudur bu senin ?

Karanlık mağaralar, harabe yerler, kaybolmuş antik kentler.. Dolaşmıyorum, bıraktım.  Şifreyi çözdüm. - Karanlık- harebe-kaybolmuş- Yoksa, sen benimle buralarda kasıtlı mı dolaştın? Dağ, bayır dolaşıyor musun gerçekten hala?  El ele, öpüşe öpüşe dolaşıyor musun? Kaleden ok atılan köşelere sokuluyor musun ? Kurtarıyor musun terliği aşağı düşmüş yeşil elbiseli prensesleri ? Mitolojik tanrılarla aran düzeldi galiba..  Allah aşkına öyle ise konuş onlarla. Yukarıdan bakıp dalga geçiyorlar  benimle. Ve harabe yerleri seviyorsan hala. Gel içimde dolaş biraz da. Çünkü karanlık-harabe-kaybolmuş buralar.

Hergün mutlaka trafikte kara arabalara çarpıyor gözüm. -Adı karaduldu değil mi ? Korkuyorum bakmaya içlerine. Plakalarına bakıp rahatlıyorum, oh sen değilsin diye.  Karadulu araştırdım da geç oldu biraz galiba. Çiftleştikten sonra öldürüyorlarmış eşlerini.  Mesaj mı vermek istemiştin bana ?  Sildin mi karadulun içindeki  lekelerimi -anladın sen onu- Sildin mi içindeki lekelerimi? Öldürmeden, unutamıyorsun değil mi ?

Ömer Seyfettin’i okurken anımsadım sonra seni. “Kol kesildi diyet ödendi” diyen bir kölenin hikayesi..  Son sözlerin öyleydi; “Kol kesildi, diyet ödendi”. Azad olunuyor mu sahiden böyle? Bir de buradaki kol ben oluyordum galiba değil mi?  Kesilen ben oluyordum, diyeti ödeyen sen.. Diyelim ki diyetini ödedin..  E peki şimdi kolun diyetini nasıl ödeyeceksin? Yoksa öbür koluna mı yelteneceksin? Dikkat! Böyle böyle organsız kalacaksın.  Ve "hayalet uzuv sendromu" gibi.. Kolların olmayacak ama ağrısını varmışcasına yaşayacaksın...

Ben bu arada hala mevcut kolumlayım.  Ağrısı arttı. Kangreni bedenime bulaştı. Asıl diyet böyle böyle ödeniyor aslında. Ve fakat kıyamadım da kola. Bir de itiraf edeyim. Bir yanım kangren kolumu seviyor hala.

Kedi aldım, kuş aldım, balık aldım. Senden sonra biraz kalabalıklaştım. Oh be dünya varmış, yalnızlıktan uzaklaştım. Seviyorlar beni. Resmi nikahımız yok. Yine de hatırımı gözetirler, ısırmazlar beni. Onlarda nikah gerekmiyormuş merhamet için.

Tam olarak 12’den isabet!  Domino taşını buldun. O ilk taşı buldun, helal. Bütün hikayeler, cinler, periler, ifritler, iblisler çıktı deliklerinden. Durulmuş, dinmiş bütün denizler.. Hepsi, o son hamlen ile çalan surla kabardı.  Öldü sandığım devler, gitti sandığım cüceler, bitti sandığım yaralar uyandı. Ben şimdi 5 yaşındayım yakarıyorum anneme kapıyı aç diye. 4 yaşındayım yalvarıyorum babama yaklaş diye. Ben şimdi 8 yaşındayım çok yalnızım, 9 yaşındayım karanlıktayım. Ben şimdi 30 yaşımda her yaşımdayım. Her yaşımın yüzü ile konuşuyorum. Spotların altında ve aynadaki çıplak yüzümle. Her yaşımın hüznü ile buluşuyorum.

Senin de çocukların üşüştü biliyorum başına. Yüzlerce çocuğun, farklı zaman dilimlerinden hucum ediyor. Kimi "kendin pişir kendin ye" çiftliğinde aç kalma korkusunda. Kimi, çoraplarını kendi yıkıyor, kimsesi yok. Kimi, aldatılmış hüsranda. Kimi, pis mendilleri kokluyor. Kimi, yüzünün izlerinde boğuluyor. Kimi, babalı bir piç gibi hissediyor-babası olmasa gam yemeyecek. Ve çocuk mezarlığından bir çocuklar sürüsü üzerine hurra ediyor. Vaktim olsa onları besleyecektim. Isıtıp, yedirip, içirip, okşayacaktım. Üzerime salmasaydın çocuklarını kendimi onlara anlatacaktım.

An geliyor ben bölüyorum anı. Geçmişten kopuyor ve geleceğe uzanmıyor. Bu yüzden sonsuzlaşıyor. Bir baloncuk açıyorum. İçine giriyoruz seninle. Mekanı dışlıyorum onun içinde. Sen hala çok iyisin orada. Beni anlarken ki halin gibi. Gülümserken ki gibi..  Göksü’ daki gibi dokunuyorsun bana. Terliğim düşüyor, terliğimi getiriyorsun.. Böğürtlenler topluyorsun, gıdıklıyorsun. Sakız patlatıyoruz, yarışıyoruz, çocuklaşıyoruz. Çamura düşüyorum, pantolonunu veriyorsun. Pencerimin önünde karanlıkta saklanıyorsun. Ormanlar buluyoruz, gizli patiska yollar, çadırlar kuruyoruz orada. Seni çok seviyorum, çok özlüyorum burada.  Çok sarılıyoruz, çok sevişiyoruz, çok gülüşüyoruz.. özürleşiyoruz, affediyoruz, unutuyoruz, dertleşiyoruz orada.. O baloncuk dağılıyor. Dışına çıkıyorum. Gerçeğe dönüyorum.  Sen, zalime ben, mağdura evriliyoruz. Ancak zalimliğinle onarılıyorum. Zalimliğinle daha iyi başa çıkabiliyorum. Kötü olursan, daha kolay unutuyorum. Kötülüğüne dayanabiliyorum. Daha antremanlıyım bu alanda. Kötünün terkedişi, iyinin yok oluşundan daha evla. İyi hallerinle başa çıkamıyorum. İyi halden uzayacak ömrün yoksa.


Hamileyken çirkine, aşıkken de birleşmemiş köprülere bakılmazmış. 3. Köprünün direklerinden oldu hep. Yırttım o saçma resimleri –yırtmadım yırtmadım-  3. Köprünün direkleri kavuşacakmış çünkü yakında. Gidip tamamlanmışına da bakacağım. Garipçe’ de ki o boş kaleye sığınacağım. Ölürsem o deniz kıyısındaki mezarlığa gömüleceğim. Ölmeden önce son bir kez daha sevip bu defa da o mezarlıkta öpüşeceğim. İnat değil mi.

İşte böyle hatırlayabilecek kadar unutmuşum seni. Unuttukça hatırladım, unuttukça cesaret ettim hatırladım seni. Unuttukça hatırladım. Unuttukça. Unuttum. Unuttukça.. Hatırladım.. Hatırladıkça unuttum.. Böyle böyle takıldım perseverasyonlara..

Aşkın optik ayarlarına tam uygun konumda bıraktın kendini. Çözünürlük, maksimum. Görüntü çok net. Biraz yakınlaşsan flulaşır biraz uzaklaşsan kaybolurdun. Nasıl böyle milimetrik ayarladın kendini. Işık tam tepeden vuruyor üzerine. Gölgen bile yok. 

Kimseye anlatmıyorum bunları. Sessizliğimin içine gömdüler beni. Düşman olmamı bekliyorlar sana. Şimdi hala ..… desem deli diyecekler bana. . Patalojik ….  diyecekler bi tarafımın doktorları. Aşk filan da değil bu aşk filan değil. Unuttuğum tüm hikayelerimi yeniden okudurm ve edit etmek istiyorum sadece. O en iri taş yerinden oynadı sayemizde. Hikayelerimi örttüm sanmıştım. Nasırlaşsınlar diye neler yapmıştım. Şimdi hikayelerim canlı bomba gibi elimde.  Kıpırdayamıyorum haliyle.

Senin hikayen ne durumda peki ? Duydum ki konsept değişmiş sende. Masumların yanında olmuşsun, haksızlıkların karşısında - tüm bunları yaparken varsayımın hiçbirisi gibi  olmadığın şeklinde- Dürüst olmuşsun, can yakma pahasına. Merhamet dağıtmışsın, acımasız ola ola. Legal cinayetler, meşru yaralamalar yaratmışsın temizlenmek uğruna.. Kötüden çalıp iyilere vermişsin. Hırsızlık mübah olmuş. Ve hatta sevap.  Ailecek seyrettik. Çok beğendik.  Sen ne ara Robin Hood oldun  anlamadık ama.

Hayat, benimle tematik çalışıyor.  Aynı tema hep aynı tema.. Beşikten mezara.. Aynı anaları yaratıyor aynı babaları, farklı oyuncularla.  Ben, böyle bir ajitasyonlar, bir dramatizasyonlar, kendimden sıkıldığım bir dışavurumsal sanatlar peşinde.. Hangi köşede dua etsem kabul olur, hangi çocuğun başını okşasam bir günahım dökülürün hesabında..  Babaanne gibi, eden bulur mu, ahlar tutar mı sohbetlerinin içinde.. Potansiyel suçlarımdan cezalarımı avucuma almış, kaldırıma oturmuş, çitletiyorum.  Bazen ağzımdaki bantı çıkartıp kendi kendime ifadeler  veriyorum “Çalmayacaktım hakim bey, vallahi o tetiğe basmayacaktım” diyorum. Rüyalarımda dilsizim konuşamıyorum. Kalemler kırılıyor. Davalar, dosyalar uçuşuyor. Ağlayanlar, suçlayanlar, seyredenler. Rüyalarımda sağır kulaklara yalvarıyorum. Ya hep birileri kör, ya birileri sağır,  ya birileri dilsiz, bir taraf diğer tarafa ulaşamıyor hep. Kabir azaplarına yataklardan başlanıyor. Kederinle gömüldüğün soğuk yataklarından.

Allah’ın mübarek kulusun. İmreniyorum. Yaktığın gemilerden sandallarla döndün adana. Kayıplar, alındı geri. Kollar kesildi yerine yenileri bitti, ot gibi. Korktuklarını savdın. Günahlarını bir günde üzerinden attın. Suç ortaklarını tek bir günde sattın. Saflar ne kadar kolay değişti? Ve sen temize çıktın. Hep istediğin affedilmekti. Bir ağacı kurtarmak için bütün bir ormanı yaktın.  Sonra da başımıza çevreci kesildin. Dimyattaki pirinci de yedin eldeki bulgur da kaldı. İmreniyorum sana. Ben de senin Allah’ından istiyorum. Buradaki adalet farklı tecelli etti.

Suçladığın herkes oldun, suçladığın herkes. Suçladığın baban oldun, suçladığın sevgilin oldun, suçladığın annen oldun, suçladığın ben oldun..  Hep bir mantıksal gerekçen vardı. Hep bir neden sonuç ilişkisi, hep bir tutarlılık yanılsaması. Gerekçesi olan herşey senin için mübahtı. Kötü olmamak için herşey oldun. Birşey olmamak için herşey oldun. Nerede birinden korksan öbürüne sarıldın. Nerede birine sarılsan kendisinden korktun. Ve her korktuğunda diğerine sarıldın. Birini diğeriyle, diğerini ötekiyle ve herkesi birbiriyle yonttun. Taşları sürte sürte ateş çıkardın. Hep haklı, hep iyi, hep temiz nasıl kaldın?  Bayım, “temizlenişin”  tüyler ürpetti.

Durmak yok yola devam. Bilinç altın her yeri kapladı. Paralel de o, derin devlet, asker, polis, savcı da o. Bilinçaltın darbe yaptı. Kendi cadılarını, hainlerini, kötülerini yarattı. Eline bir masum bir de zalim lazımdı. Kurtarıcı olmaktı soyunduğun rol. Sana suçluluk olmaksızın kesebilecek bir el, utanmaksızın suçlayabilecek bir zihin lazımdı. “Dava adamı” oldun. Tanık olduk nasıl yüceleştirilir cinayetler, nasıl rasyonalize edilir suçlar, nasıl aklileştirilir saçmalıklar. Tanık olduk nasıl estetize edilir ilkel korkular.

Ben etik, ideolojik, bilmem ne söylemlerle acemi bildiriler dağıtırken etrafa. Ne komik gençmişim, tecrübesizmişim daha doğrusu kazık yememişim daha. Maval okumak kolaymış. İyilik, temizlik, güzellik demek, kötüleri cık cıklamak kolaymış o ara. Yahu sen beni suça ikna ettin. "Kötülerden çalıp iyilere vereceğiz" dedin. Hırsız olduk. Meşrulaştı. Tatlı da geldi sonra. Ben sahiplendim bu işi. Saflık bu ya. Kendim için hiçbir önlem almamışım  bu arada. Güven, biz bu işin hakkını vereceğiz dedin. Tam son bankayı boşaltırken kalktın bizi ihbar ettin. Neymiş bana hiç güvenmemişsin. Mapustan yazıyorum bunları sana. Bankada müdür olmuşsun. Tebrik etmek istedim.

Herkesten herşeyi bekleyebilirdim. Herkesten herşeyi. Beni sevenden de, deli dizgin aşık olandan da. Allah'la arası iyi olandan ya da etrafa kibarlıklar dağıtandan da. Küçük Prensi seven bir adamdan değil ama. Referansın küçük prens olmasaydı. İçime kabul etmezdim seni. 41 tane gün batımı saymaya yeltenmezdim seninle. Sahi hatırlar mısın, 41 gün batımı projemiz birinci numarada bitmişti. Bizimkisi, pazartesi akşamında diyeti bozan kadınlar sahiciliğinde bir sevgi.  Sen kaldığımız yerden devam ettin. Ben, insansız ve güneşsiz hava sahasında. 41 alacakaranlık çalışmasında. Ben, ıstakozun gözlerini çıkaran kadın. Cabbarım. Şefkat, lazım değil bana.

Zihnin ışık oyunları. Aynı kırmızı parlak taze elmaya baktık. Sen kadrajı değiştirdin, ışığı düzenledin, açıyı ayarladın, zoom yaptın, bilmem ne oldu..  Sonra bütün bu ayarlamaları kendinin yaptığını unutup elmaya baktın. Ve çürüdüğüne inandın.

Ve fakat. Sular çekildiğinde belirecek pislikler var. Bir dalga çıktığında.. Tortular suyun dibinden hucum edecek yukarı doğru. Ve  öfken geçtiğinde. Ve korkun dindiğinde. Can havlinden çıktığında. Zihnin paydos ettiğinde. Rol dağılımları yapılacak yeniden. Ki elma duruyor orada hala. İlüzyonlar dağıldığında. Herşey o zaman yeni başlayacak senin için. İyi bak, bu defa gerçekten çürümüş de olabilir elma. Ve işte belki de bu..  Bütün ilüzyonlarını sil baştan destekleyecek. Bu yüzden muhtemelen kurtulamayacaksın matrixinden. Sistemin ya  kendini her daim koruyacak ya da birgün kendi kendisini imha edecek.

Seni, çevreni saran ateş değil ancak ve ancak kendi kendini sokuşun öldürecek.

-- Sana kırmızı hap mı  mavi hap mı dedim. Ve sen, benden nefret ettin.

   Hey gidi..  Nerede kaldı, "Cesur Yeni Dünya" mottosu...

1 yorum: