28 Mayıs 2015 Perşembe

Damdan Düşen Psi; Hiç Obsesif Oldunuz mu ?


Kariyerime erken yaşlarda başladım. 17 yaşımda Obsesif Kompulsif Bozukluk ile tanıştım.

Birgün bir otobüse bindiğimde bir adam ile göz göze geldim. Yüzü tamamen yanmıştı. Derisi buruş buruş, gözleri, ağzı, burnu, eski şekillerinden olmuş ve ateşin yakıcı etkisi ile silikleşmişti hatları. İnce bir çizgi halindeki gözleri ile karşı karşıya gelmişti gözlerim. Ateşin hain darbesine  rağmen saklayamadığı tek şey, içindeki derin ve dehşet kederdi. Kederi, silikleşememişti, kederi buruşamamıştı, örtülememişti ateş ile kederi. Adamın kederli yüzü ile göz göze geldim. Yanığı mı yoksa kederi miydi bende de aynı dehşeti uyandıran bilmiyorum. Fakat ben,  o anda o adam ile birlikte yanıverdim. O dehşet ile o anda hastalandım.

“Kınadığın şey başına gelir” lafını çok ciddiye almış olacağım ki, o anda hissettiğim dehşet duygusunun kınamak mı, üzülmek mi, korkmak mı, tiksinmek mi, hangi duygu olduğunu bir an ayıramadım. Ve yaşadığım duygu, saniyede kilometrelerce hız ile korku dolu bir şüpheye dönüşmüştü; acaba kınadım mı, yoksa kınamadım mı ? Birden kaderimin dönüm kavşağına geldiğimi zannettim. Sanki ya kınayıp yanacaklardan ya da kınamamış ve kurtulacaklardan olacaktım. Tüm dehşet duygularım bir anda şüphelerimin bedenine yerleşti. O dev soru işareti dalgaları ile savruldum, adamı kınamış mıydım, kınamamış mıydım?  Derken, bir türlü sahil-i selamete erişemedim.

Tüm bunlar, karşılaştığım adamla aynı otobüste giderken gerçekleşiyordu.  O ayakta duruyordu sakince bense, düşünce trenlerimle hız rekoru kırıyordum. Yaptığım şey, tam olarak ne hissettiğimi hatırlamaya çalışmaktı. Belleğimin en dip nöronlarını zorladığımı anımsıyorum. Adeta düşünce kabzına uğramış gibi ıkınıyordum. 5 dakika önce yaşadığımız sahnede ne hissettiğimi beynimde yeniden canlandırmaya  çalıştım.  Adamla göz göze geldiğimde hissettiğim tam olarak neydi? Kınamış mıydım, üzülmüş müydüm, neydi duygum? Bir an önce emin olmalı ve içimdeki şüpheden kurtulmalıydım.  Kınamış mıydım, kınamamış mıydım?

Önce kendimi ikna etmeye çalıştım. “Neden kınayayım, olur mu öyle şey, üzüldüm ben, korktum bir de sadece…”. Acımasız bir savcı karşısında kendimi aklamaya çalışıyor gibiydim. Sonra yeniden canlandırmaya  çabaladım, “ o anda işte tam da şöyle hissetmiştim diye” kanıtlar aradım.  Daha sonra hayal etmeye kalkıştım kınamayan biri nasıl hissederdi diye. Duyguların yerini değiştirmek için uğraştım, kendi duygum ile kınamayan bir kişinin hisleri arasında köprüler kurdum. Cebelleştim, çırpındım. Tek amacım netleştirmekti her şeyi, şüphemi haksız çıkarmaktı. Tek arzum, mutlak bir kesinliğe erişmekti. Kesinlik, hiç bu kadar cazip olmamıştı. Bütün gelecek ihtimallerini taramak istedim. Dip köşe bütün detayları düşünmek, riskleri elemek, olasılıkları çürütmek için delirdim. Belirsizlik, hiç bu kadar saldırgan olmamıştı. Direncim, kırıldı. Sanki ufacık bir şüphe virüsünden ölebilecek kadar zayıftı psikolojik bağışıklığım.

Zihnimin ara motorlarında çılgınca tüm linklere basıyor, bütün dosyaları açık bırakıyor, her yerden pop-up lar fışkırıyor ve ben hepsine tıklıyor, bütün resimlere zoom yapıyor ve ekran kilitlendiğinde kapatıp yeniden açarak  aynı işlemlere baştan girişiyor gibiydim. İçimde yanıt verdikçe azan bir şüphe canavarı çoktan egemenliğini ilan etmişti. Kazdıkça derinleşen bir kuyunun içinde kazı yapmaktan alıkoyamıyordum kendimi.  Kaçmak için küreği toprağa her vuruşumda yerin dibine doğru kazıyordum Kınamış mıydım- kınamamış mıydım darbeleri ile eşeliyordum toprağı.

İçimde bir ses, sürekli olarak “sen, o adamı kınadıysan geçmiş olsun” diyordu. Ki ben o zamana kadar hayatta kınadığım herşeyin başıma geldiğini düşüne gelmiştim. Mantıken bu görüşümün geçerli olmadığını biliyordum. Aslında kınamadığımın da mantıken farkındaydım, doğru cevapları bilsem de milyarda bir ihtimallerin peşinden koşuşturuyordum;  ”peki ya öyleyse?” bineğine binerek. Böylece içimdeki arı kovanlarına çomak sokan şüphelerim nedeniyle sokuluyordum.

Nitekim, bu hal, tam olarak 6-7 ay sürdü. Sabah kalkış alarmımın yerini, Peki ya ?.. ile başlayan o iblis soru alıyordu; kınadım mı? Bu soru beni dürtmeye her başladığında, yanıt vermekten alıkoyamıyordum kendimi. İlk başta yanıt arayarak kendimi rahatlatmaya çalışmak, bir nebze kaşıntımı dindirirken daha sonra başlı başına yeni bir yük haline dönüşmüştü. Kan ter içinde kalıyordum. Hem şüphelerim, hem yanıt arama çabalarım, hem de kaygımı azaltamayışlarım tüm günümü alıyordu. Tatmin olamayacağımı biliyor, mantıksız olduğunu biliyor ancak dırdır edip duran ve sürekli beni dürten o inatçı soru karşısında direnemiyordum. Peki ya?

O kadar hayatımın merkezi haline gelmişti ki, ilk üniversite sınavına girdiğimde hayatımın en önemli sorularını okuyor ve iki şık arasında kalıyordum. A) Kınadım  B) Kınamadım. Haliyle o sınavdan da kaldım. Olsun. Önemli olan kınamama sınavından geçebilmekti. O zaman olaya bu gözle bakıyordum. 

Velhasıl kelam, aylarımın geçmesi ile birlikte hastalığımla çokça vakit geçirmekten olsa gerek onun ilmini kapmaya başlamıştım.  Kendine göre bir zekası ve bazı tuzakları vardı. Bir şüpheyi ortaya atıyor ve her defasında beni, bu defakinin son olacağına  inandırıyordu. Dırdır etmeye bir başladı mı ona yanıt vermezsem obsesyonumun gitmeyeceğini sanıyordum.  “Bu sefer emin olacağız, bu sefer her şey net olacak, bu defa bütün olasılıklardan kurtulacağız” sanıyordum. Kaygımı azaltmazsam artarak infilak edeceğini zannederdim.  “Ya doğru ise” düşüncesi dünyadaki her şeyden daha  önemli ve daha ciddiye alınasıydı. Ve ben olasılıklar kurdu olarak bütün permütasyonları, kombinasyonları hesaplayan bir makine gibi mutlak netlik fantezileri ile her şeyi kesinleştirmeye çalışırdım. Kaçtıkça kendini öteleyen bu serabı yakalamaya çalışmanın kendisi sorunmuş, sonra anladım.

Farkettim ki, “Ya kınadıysan” sorusuna  her yanıt verişim, muhabbeti koyulaştırıyor ve beni takıntımla daha uzun süren bir diyaloğun içine çekiyordu. Zihnim “kınadın” diyor, ben, “kınamadım” diye yanıt veriyor, zihnim “ama… olduysa diyor”, ben, “ama…. yapmıştım” diye yanıtlıyor ve her yanıtımdan sonra türeyen bir başka yeni iddiası ile karşılaşıyordum. Tatmin etmek mümkün değildi. Yedikçe isteyen ve midesi genişleyen, acıktıkça acıkan bir obez gibiydi obsesyonlarım.

Bu oyunda, “şüpheleri rahatlamaya çalışmak”; hastalığı sürdürmek, “kazanmaya çalışmak”; savaşı kaybetmek, “netleştirmeye çabalamak”; bulanmak, “yakından bakmak”;  görememek, “emin olmaya çalışmak”; daha çok şüphe etmek demekti.  OKB oyununda belli şifreler vardı ve onu çözene kadar tuzaklarına düşüyordunuz.  Analiz etme, netleştirme, belirsizliği giderme, şüpheleri çürütme gibi silahları içeren bir cephane verilmişti bana. Bu cephaneyi kullanmak önceleri emniyette hissettirdi. Fakat fark ettim ki bu silahları her kullanışım, yaralarımı azdırıyor ve namlunun ucundan çıkan kurşunlar bumerang misali bana geri  dönüyordu. OKB’ nin  zekasını orada takdir ettiğimi hatırlıyorum. Nasıl bir algı operasyonu, nasıl bir pazarlama tuzağı;  “kompulsiyonlarını yap, rahatla”, sloganı ile hastalığımı kendi ellerimle şifa sandığım zehirler ile sürdürüyordum. Buna bir süre sonra tav olmadım.

Birgün bir cesaret karar verdim; silahsızlanmaya.  Cephaneyi bıraktım. Silahlarımı teslim ettim. Çelik yeleklerimi çıkarttım. Ve daha hafif olup daha çok korktum. Korunmasız kalmak gibiydi. Fakat yine de bir cesaret soyundum.

Şüphelerimi çürütmeye çalışmamak, ilk başta beni çok kaygılandırdı. Sanki çılgınca kaşınan ama kaşımadığım bir yaram vardı. Fakat artık kaşıdıkça yaranın derinleştiğini biliyordum. Obsesyonlarım bütün sahici ve ikna ediciliğini takınarak; “hadi amaa.. bu son… çürüt şu şüpheni.. emin, ol rahatla.. ya kınadıysan..” diyordu. Sanırım okb’nin zeki olmak ile birlikte hain ve muzur da bir tarafı vardı. Muhatap almadığınızda susan biri, kaşımadığınızda sönen yara, aç bıraktığınızda küçülen mide gibiydi. Şüphelerimi dindirmeye çalışmadığımda önce kaygım artıyor, sonraysa sıkıntımın sönmeye başladığını görüyordum. “Ya kınadıysan dürtüsünden” daha inatçı olmaya başladığımda ve direnmeyi sürdürebildiğimde obsesyonlarımın da hevesi ve inadı kırılmaya başlamıştı. Daha az dürtülüyor, daha az ısrara maruz kalıyor ve daha az şüphe ediyordum.

Kör noktalar aydınlanmış, sihir kalkmış, paradoks fark edilmiş, OKB’ nin ilizyonları ifşa edilmişti. Ve artık muhatap almaya almaya bezdirdiğim obsesyonlarım daha nadiren gelmeye sonra da hiç gelmemeye başlamıştı. Kaşınan yaramı tamir etmesi için bağışıklık sistemime fırsat vermiştim.  Bu süreçten 10 sene sonra OKB hastalarıma uygulamak üzere  Metakognitif Terapi ile tanıştığımda kendime uyguladığım yöntem ile çok benzer olduğunu gördüm. Ve hala zaman zaman obsesif kıvılcımlarım olsa da neyin benzin dökmek neyin sulamak anlamına geldiğini artık çok iyi biliyorum. Hala bir şeyleri muhtemelen istemeden kınıyorum. Kınadıklarımı yaptığım da oluyor, evet. Ben, kınadım diye mi başıma geliyorlar yoksa zaten mi gelecekler bilemiyorum. Daha önemlisi bilmem de gerekmiyor. 

Şimdi geriye dönüp baktığımda yüzünün yanmasından korkan bir kız çocuğu için yanma korkusunun ötelerinde soluk alıp veren başka endişeleri de görebiliyorum. Acaba neden bu kadar çaresiz  hissetmiş?  Nedendir, bu ceza beklentisi? Nedir ki suç sandıkları? Nereden tanıdık bulmuş ki adamın yüzündeki kederi?  İşte böyle katman katman soyulduğunda obsesyon derisinin altından çıkacaklar ile uğraşılıyor daha so

nraları..  Psikoterapide tedavi, paralel evrenler üzerinden yürüyor bir nevi. Obsesyonları ya da kompulsiyonları söndürmek, sonlandırmak, baş etmek mümkün oluyor, evet. Fakat diğer yandan her hastalık sembolik olarak bize bir şeyler anlatıyor.  Acaba kederli bir yanık yüz gördüğünde neye değiyor kızın hatıraları? Yanarak şeklini kaybetmiş bir yüz neyin temsiliydi?  Nereden tanımıştı görünce o derin kederi?  Ve neyi hatırlamıştı?  Neyin cezasıydı beklediği, hangi büyük suçtu unutmak istediği ? Obsesyonlar bitiyor fakat hikayeler orada bitmiyor tabi.. Hastalık belirtilerini yok etmek kadar önemli,  onların neler anlatmaya çalıştıkları…


Dinle, Neyden.. Diye başlıyor mesnevinin ilk beyitleri.. Ruhunun çileli sesinden dinle.. Bak ne anlatıyor..

1 yorum: