Birgün bir otobüse bindiğimde bir
adam ile göz göze geldim. Yüzü tamamen yanmıştı. Derisi buruş buruş, gözleri,
ağzı, burnu, eski şekillerinden olmuş ve ateşin yakıcı etkisi ile silikleşmişti
hatları. İnce bir çizgi halindeki gözleri ile karşı karşıya gelmişti gözlerim.
Ateşin hain darbesine rağmen saklayamadığı
tek şey, içindeki derin ve dehşet kederdi. Kederi, silikleşememişti, kederi
buruşamamıştı, örtülememişti ateş ile kederi. Adamın kederli yüzü ile göz göze
geldim. Yanığı mı yoksa kederi miydi bende de aynı dehşeti uyandıran bilmiyorum.
Fakat ben, o anda o adam ile birlikte
yanıverdim. O dehşet ile o anda hastalandım.
“Kınadığın şey başına gelir”
lafını çok ciddiye almış olacağım ki, o anda hissettiğim dehşet duygusunun
kınamak mı, üzülmek mi, korkmak mı, tiksinmek mi, hangi duygu olduğunu bir an
ayıramadım. Ve yaşadığım duygu, saniyede kilometrelerce hız ile korku dolu bir
şüpheye dönüşmüştü; acaba kınadım mı, yoksa kınamadım mı ? Birden kaderimin
dönüm kavşağına geldiğimi zannettim. Sanki ya kınayıp yanacaklardan ya da
kınamamış ve kurtulacaklardan olacaktım. Tüm dehşet duygularım bir anda
şüphelerimin bedenine yerleşti. O dev soru işareti dalgaları ile savruldum, adamı
kınamış mıydım, kınamamış mıydım? Derken,
bir türlü sahil-i selamete erişemedim.
Tüm bunlar, karşılaştığım adamla aynı
otobüste giderken gerçekleşiyordu. O
ayakta duruyordu sakince bense, düşünce trenlerimle hız rekoru kırıyordum.
Yaptığım şey, tam olarak ne hissettiğimi hatırlamaya çalışmaktı. Belleğimin en
dip nöronlarını zorladığımı anımsıyorum. Adeta düşünce kabzına uğramış gibi ıkınıyordum.
5 dakika önce yaşadığımız sahnede ne hissettiğimi beynimde yeniden canlandırmaya
çalıştım. Adamla göz göze geldiğimde hissettiğim tam
olarak neydi? Kınamış mıydım, üzülmüş müydüm, neydi duygum? Bir an önce emin
olmalı ve içimdeki şüpheden kurtulmalıydım. Kınamış mıydım, kınamamış mıydım?
Önce kendimi ikna etmeye
çalıştım. “Neden kınayayım, olur mu öyle şey, üzüldüm ben, korktum bir de
sadece…”. Acımasız bir savcı karşısında kendimi aklamaya çalışıyor gibiydim.
Sonra yeniden canlandırmaya çabaladım, “
o anda işte tam da şöyle hissetmiştim diye” kanıtlar aradım. Daha sonra hayal etmeye kalkıştım kınamayan
biri nasıl hissederdi diye. Duyguların yerini değiştirmek için uğraştım, kendi
duygum ile kınamayan bir kişinin hisleri arasında köprüler kurdum. Cebelleştim,
çırpındım. Tek amacım netleştirmekti her şeyi, şüphemi haksız çıkarmaktı. Tek
arzum, mutlak bir kesinliğe erişmekti. Kesinlik, hiç bu kadar cazip olmamıştı. Bütün
gelecek ihtimallerini taramak istedim. Dip köşe bütün detayları düşünmek,
riskleri elemek, olasılıkları çürütmek için delirdim. Belirsizlik, hiç bu kadar
saldırgan olmamıştı. Direncim, kırıldı. Sanki ufacık bir şüphe virüsünden
ölebilecek kadar zayıftı psikolojik bağışıklığım.
Zihnimin ara motorlarında çılgınca
tüm linklere basıyor, bütün dosyaları açık bırakıyor, her yerden pop-up lar
fışkırıyor ve ben hepsine tıklıyor, bütün resimlere zoom yapıyor ve ekran kilitlendiğinde
kapatıp yeniden açarak aynı işlemlere
baştan girişiyor gibiydim. İçimde yanıt verdikçe azan bir şüphe canavarı çoktan
egemenliğini ilan etmişti. Kazdıkça derinleşen bir kuyunun içinde kazı
yapmaktan alıkoyamıyordum kendimi. Kaçmak
için küreği toprağa her vuruşumda yerin dibine doğru kazıyordum Kınamış mıydım-
kınamamış mıydım darbeleri ile eşeliyordum toprağı.
İçimde bir ses, sürekli olarak “sen,
o adamı kınadıysan geçmiş olsun” diyordu. Ki ben o zamana kadar hayatta
kınadığım herşeyin başıma geldiğini düşüne gelmiştim. Mantıken bu görüşümün
geçerli olmadığını biliyordum. Aslında kınamadığımın da mantıken farkındaydım,
doğru cevapları bilsem de milyarda bir ihtimallerin peşinden
koşuşturuyordum; ”peki ya öyleyse?”
bineğine binerek. Böylece içimdeki arı kovanlarına çomak sokan şüphelerim nedeniyle
sokuluyordum.
Nitekim, bu hal, tam olarak 6-7
ay sürdü. Sabah kalkış alarmımın yerini, Peki ya ?.. ile başlayan o iblis soru alıyordu;
kınadım mı? Bu soru beni dürtmeye her başladığında, yanıt vermekten alıkoyamıyordum
kendimi. İlk başta yanıt arayarak kendimi rahatlatmaya çalışmak, bir nebze
kaşıntımı dindirirken daha sonra başlı başına yeni bir yük haline dönüşmüştü.
Kan ter içinde kalıyordum. Hem şüphelerim, hem yanıt arama çabalarım, hem de
kaygımı azaltamayışlarım tüm günümü alıyordu. Tatmin olamayacağımı biliyor,
mantıksız olduğunu biliyor ancak dırdır edip duran ve sürekli beni dürten o
inatçı soru karşısında direnemiyordum. Peki ya?
O kadar hayatımın merkezi haline
gelmişti ki, ilk üniversite sınavına girdiğimde hayatımın en önemli sorularını
okuyor ve iki şık arasında kalıyordum. A) Kınadım B) Kınamadım. Haliyle o sınavdan da kaldım.
Olsun. Önemli olan kınamama sınavından geçebilmekti. O zaman olaya bu gözle
bakıyordum.
Velhasıl kelam, aylarımın geçmesi
ile birlikte hastalığımla çokça vakit geçirmekten olsa gerek onun ilmini kapmaya
başlamıştım. Kendine göre bir zekası ve
bazı tuzakları vardı. Bir şüpheyi ortaya atıyor ve her defasında beni, bu
defakinin son olacağına inandırıyordu.
Dırdır etmeye bir başladı mı ona yanıt vermezsem obsesyonumun gitmeyeceğini
sanıyordum. “Bu sefer emin olacağız, bu
sefer her şey net olacak, bu defa bütün olasılıklardan kurtulacağız”
sanıyordum. Kaygımı azaltmazsam artarak infilak edeceğini zannederdim. “Ya doğru ise” düşüncesi dünyadaki her şeyden
daha önemli ve daha ciddiye alınasıydı.
Ve ben olasılıklar kurdu olarak bütün permütasyonları, kombinasyonları
hesaplayan bir makine gibi mutlak netlik fantezileri ile her şeyi
kesinleştirmeye çalışırdım. Kaçtıkça kendini öteleyen bu serabı yakalamaya
çalışmanın kendisi sorunmuş, sonra anladım.
Farkettim ki, “Ya kınadıysan”
sorusuna her yanıt verişim, muhabbeti
koyulaştırıyor ve beni takıntımla daha uzun süren bir diyaloğun içine
çekiyordu. Zihnim “kınadın” diyor, ben, “kınamadım” diye yanıt veriyor, zihnim
“ama… olduysa diyor”, ben, “ama…. yapmıştım” diye yanıtlıyor ve her yanıtımdan
sonra türeyen bir başka yeni iddiası ile karşılaşıyordum. Tatmin etmek mümkün
değildi. Yedikçe isteyen ve midesi genişleyen, acıktıkça acıkan bir obez
gibiydi obsesyonlarım.
Bu oyunda, “şüpheleri rahatlamaya
çalışmak”; hastalığı sürdürmek, “kazanmaya çalışmak”; savaşı kaybetmek,
“netleştirmeye çabalamak”; bulanmak, “yakından bakmak”; görememek, “emin olmaya çalışmak”; daha çok
şüphe etmek demekti. OKB oyununda belli
şifreler vardı ve onu çözene kadar tuzaklarına düşüyordunuz. Analiz etme, netleştirme, belirsizliği
giderme, şüpheleri çürütme gibi silahları içeren bir cephane verilmişti bana.
Bu cephaneyi kullanmak önceleri emniyette hissettirdi. Fakat fark ettim ki bu
silahları her kullanışım, yaralarımı azdırıyor ve namlunun ucundan çıkan
kurşunlar bumerang misali bana geri dönüyordu. OKB’ nin zekasını orada takdir ettiğimi hatırlıyorum.
Nasıl bir algı operasyonu, nasıl bir pazarlama tuzağı; “kompulsiyonlarını yap, rahatla”, sloganı ile
hastalığımı kendi ellerimle şifa sandığım zehirler ile sürdürüyordum. Buna bir
süre sonra tav olmadım.
Birgün bir cesaret karar verdim;
silahsızlanmaya. Cephaneyi bıraktım.
Silahlarımı teslim ettim. Çelik yeleklerimi çıkarttım. Ve daha hafif olup daha
çok korktum. Korunmasız kalmak gibiydi. Fakat yine de bir cesaret soyundum.
Şüphelerimi çürütmeye çalışmamak,
ilk başta beni çok kaygılandırdı. Sanki çılgınca kaşınan ama kaşımadığım bir
yaram vardı. Fakat artık kaşıdıkça yaranın derinleştiğini biliyordum.
Obsesyonlarım bütün sahici ve ikna ediciliğini takınarak; “hadi amaa.. bu son…
çürüt şu şüpheni.. emin, ol rahatla.. ya kınadıysan..” diyordu. Sanırım okb’nin
zeki olmak ile birlikte hain ve muzur da bir tarafı vardı. Muhatap
almadığınızda susan biri, kaşımadığınızda sönen yara, aç bıraktığınızda küçülen
mide gibiydi. Şüphelerimi dindirmeye çalışmadığımda önce kaygım artıyor,
sonraysa sıkıntımın sönmeye başladığını görüyordum. “Ya kınadıysan dürtüsünden”
daha inatçı olmaya başladığımda ve direnmeyi sürdürebildiğimde obsesyonlarımın
da hevesi ve inadı kırılmaya başlamıştı. Daha az dürtülüyor, daha az ısrara
maruz kalıyor ve daha az şüphe ediyordum.
Kör noktalar aydınlanmış, sihir
kalkmış, paradoks fark edilmiş, OKB’ nin ilizyonları ifşa edilmişti. Ve artık
muhatap almaya almaya bezdirdiğim obsesyonlarım daha nadiren gelmeye sonra da
hiç gelmemeye başlamıştı. Kaşınan yaramı tamir etmesi için bağışıklık sistemime
fırsat vermiştim. Bu süreçten 10 sene
sonra OKB hastalarıma uygulamak üzere Metakognitif Terapi ile tanıştığımda kendime
uyguladığım yöntem ile çok benzer olduğunu gördüm. Ve hala zaman zaman obsesif
kıvılcımlarım olsa da neyin benzin dökmek neyin sulamak anlamına geldiğini
artık çok iyi biliyorum. Hala bir şeyleri muhtemelen istemeden kınıyorum.
Kınadıklarımı yaptığım da oluyor, evet. Ben, kınadım diye mi başıma geliyorlar yoksa
zaten mi gelecekler bilemiyorum. Daha önemlisi bilmem de gerekmiyor.
Şimdi geriye dönüp baktığımda
yüzünün yanmasından korkan bir kız çocuğu için yanma korkusunun ötelerinde
soluk alıp veren başka endişeleri de görebiliyorum. Acaba neden bu kadar
çaresiz hissetmiş? Nedendir, bu ceza beklentisi? Nedir ki suç
sandıkları? Nereden tanıdık bulmuş ki adamın yüzündeki kederi? İşte böyle katman katman soyulduğunda obsesyon
derisinin altından çıkacaklar ile uğraşılıyor daha so
Dinle, Neyden.. Diye başlıyor
mesnevinin ilk beyitleri.. Ruhunun çileli sesinden dinle.. Bak ne anlatıyor..
👏👏
YanıtlaSil